Sayfalar

30 Eylül 2011 Cuma

İlk güneş enerjisi tarlası


Türkiye’nin ilk termal güneş enerjisi santrali ise İstanbul İkitelli’de kuruldu.


İstanbul Büyükşehir Belediyesi, Tübitak Marmara Araştırma Merkezi ve İnosol Enerji’nin ortak çalışması ile hayata geçen proje henüz küçük, 500 kW kurulu gücü var.
Ancak santral öngörülenden çok daha verimli bu yüzden aynı proje kapsamında 2 MW'lık yeni bir tesis kurma yönünde çalışmalar başlıyor.
İstanbul İkitelli'de kurulan santral için yaklaşık 4 milyon lira harcama yapıldı. Hedef, proje kapsamında 2 megavatlık (MW) yeni bir santral kurmak. Ayrıca proje, havaalanları, büyük alışveriş merkezleri gibi yoğun elektrik tüketimi olan merkezlere yaygınlaştırılacak.

İkitelli'de kurulan tesis 500 kilovat kapasiteyle Türkiye'nin ilk yerli güneş enerjisi tarlası (kolektör sistemi) olma özelliğini taşıyor. Yüzde yüz yerli üretimle Türk mühendisler tarafından tasarlanan proje Türkiye'yi, İspanya, Amerika, Almanya ve İsrail'den sonra güneş enerjisi teknolojisi üretebilen 5'inci ülke yaptı.
Yeni üretilen teknoloji, güneş enerjisinden elektrik üretiminin yanı sıra soğutma ısıtma, su damıtma amacıyla da kullanılabilecek. Klimadan kaynaklanan elektrik sarfiyatını da azaltacak.

29 Eylül 2011 Perşembe

Zamanda Yolculuk İhtimali



Japonya Uzay Havacılık Dairesi (JAXA) ve Tokyo Üniversitesi'nde görev yapan Doç.Dr. Serkan Anılır, zamanda yolculuk konusunu yazdı.


Zamanda yolculuk dendiğinde aklımıza hep ünlü bilim adamı Stephen Hawking'in yaklaşımı gelir.

'Eğer zamanda yolculuk mümkün olsaydı, neden bugün gelecekten gelmiş zaman yolcularıyla karşılaşmıyoruz?'

Peki ya ileride zamanda yolculuk gerçekten mümkün olursa ve gelecekten gelmiş kişiler aramızda yaşayıp bizi izliyorlar ve içlerinden gülüyorlarsa? Gelin, hep beraber bu olasılığı düşünelim.

Zannederim, uzmanlık alanı olmasa da herkes, zamanda yolculuğun ancak ışık hızına ulaşabilmemiz durumunda mümkün olduğunu biliyordur.

Gelecekte, zaman yolculuğu ile ilgili bütün engelleri ortadan kaldırıp ışık hızından daha hızlı hareket etmeye yönelik teknolojiyi geliştirdiğimizi varsayarsak, nasıl bir zaman yolculuğu yaşanacağını da hayal edebiliriz.

Wells'in romanı ve 'warp' fikri

Zamanda yolculuk üzerine en tanınmış yazılı roman, ünlü yazar H.G.Wells tarafından kaleme alınmıştır. Romanda zaman makinası geçmişe ve geleceğe tek bir çizgi üzerinde hareket ederken, bugün zamanda yolculuğun gerçekleşeceğine inanan birçok bilim adamı, bazı zorlukları yok etmek için 'warp' fikrini ortaya atmaktadır.

'Warp'ı basit bir örnekle açıklayacak olursak, bir kağıdın sol alt köşesine (X), sol üst köşesine (Y) yazalım. X'den (şimdiki zaman) Y'ye (geçmiş zaman) bir çizgi çekelim.

Wells'in modelinde, zaman makinasını bu çizgi üzerinde hareket etmektedir. Ama, harflerin yazılı olduğu iki köşeyi kağıdı kaldırıp ortası sarkacak şekilde biraraya getirirsek, bu iki farklı nokta arasında hareket etmek için varolan çizgiyi takip etmek yerine direkt atlama yapabileceğimizi görürüz. 'Warp' budur.

Her ne kadar bu imkansız gibi düşünülse de, bugün doğadaki formlara baktığımızda, mükemmel bir kare veya dikdörtgen benzeri bir form göremeyiz. Doğa, bizim '3.5 boyut' ismini verdiğimiz mevcut form cetvelleriyle tanımlanamayan 'fraktal'lerden oluşur.

Kar tanesi ve yansımalar

Buna en güzel örnek ise bir 'kar tanesinin' şekli. Kyoto Üniversitesi'nden Prof. Dr. Koji Miyazaki ile beraber yaptığımız bir araştırma sırasında, kar taneleri ve benzer milyonlarca fraktal şekillerin aslında dördüncü boyuttan üçüncü boyuta yansımalar olduğunu bilgisayar modelleriyle kanıtlayıp başarılı olduk.

Einstein'in 'zaman' olarak tanımladığı dördüncü boyutun, belki de farklı bir kurgusu olan bir üst 'mekan' olabileceğine dair bir tez de geliştirdik.

Uzayın şekli ve boyut konusunu daha derinden kavramak, ileride belki de zaman makinasının önünü açabilir.

Zaman makinasına geri dönecek olursak, bugüne kadar büyük bütçeler ve derin araştırmalarla hazırlanmış bütün filmlerde kahramanımız zaman makinasıyla geçmişe veya geleceğe giderken, farklı zaman diliminde başladığı nokta ile çıktığı nokta aynıdır.

Örneği tekrar düşünürsek, bir kağıt üzerindeki iki nokta arasındaki çizgiyi takip etmeden o noktalar arasında gidip gelmek bir gün mümkün olsa da, herhalde o gün zaman makinası üzerine çalışanlar, çok önemli bir gerçeği fark edecekler. O da kağıdın hareket halinde olması... Yani uzayın hareket ediyor olması.

Nasıl mı?

Dünya saatte yaklaşık bin 600 km hızla dönmektedir. Eğer bir zaman yolcusu 'warp' ile, zamanda bir saat geriye gidecek olursa, çıkacağı nokta ilk başlangıç noktasından bin 600 km ötede olacaktır.

Tabii ki bu durumda, uzaya dışarıdan bakacak olursak, dünyanın aynı bir saat içinde güneşin etrafında da 107 bin km yol katettiğini, güneşin de Samanyolu galaksisinde 810 bin km, Samanyolu'nun da Andromeda galaksisine doğru 240 bin km, 'Local Group' adı verilen bizim sistemimizin de Virgo kümesine doğru 2 milyon 770 bin km ve komple olarak Virgo sisteminin de 'Great Attractor' adı verilen görünmeyen bir kümeye doğru 2 milyon 150 bin km ile hareket ettiğini düşünmemiz gerekir.

Zamanda yolculuk hayalleri ile yola çıkan pilotumuz, sadece ve sadece bir saat geriye dönmeye kalkışırsa, yola çıktığı noktadan yaklaşık 5 milyon kilometre uzaklıktaki farklı bir noktada ortaya çıkacaktır.

Burada önemli olan, yolculuğa başladığı noktada gene ortaya çıkmış olsa bile, bu sırada uzay bir saat içinde hareket etmeye devam etmiştir.

Bu kadar kötümser olmamak için, olaya bir de iyi tarafından bakalım. 5 milyon kilometre uzakta çıkma olasılığından bahsettiğim halde, bütün yıldız ve kümelerin aynı yöne hareket etmediği gerçeğini göz önünde bulunduracak olursak, buradan birbirlerini sıfırlama şansları olduğunu söyleyebiliriz.

Bugün bilim adamlarının 'uzayın duvar kağıdı' olarak da tanımladıkları arka plandaki 'kozmik kısa dalga fon radyasyonu' (Büyük patlama, yani Big Bang adını verdiğimiz evrenin doğuşunda meydana gelen patlamadan geriye kalan radyasyon) ölçümleri ışığında, dünyanın saatte yaklaşık 1 milyon 400 bin km hareket ettiğini biliyoruz.

Bu uzaklıkları şu ana kadar sadece bir saatlik bir zaman yolculuğu macerası olarak düşündük. Bunu günlere, aylara, yıllara vurursak ortaya çıkan mesafe farklılıklarını zannediyorum herkes hesaplayabilir.

Basit bir örnek verecek olursak, 2105 yılından zamanımıza dönmeye çalışan bir kişi, dünyadaki başladığı noktadan yaklaşık 1 trilyar kilometre uzakta çıkacaktır, bize o noktada mesaj gönderse, dünyaya ulaşması yaklaşık 47 gün alacaktır.

Uzay keşifleri

Eğer bu şekilde bir yolculuk imkanı olursa, yani uzayın sürekli hareket halinde olmasını kendi avantajımıza çevirmek istersek, bunlardan birisi uzay keşifleri olabilir.

Mesela aynı hesaplama sistemi ile gidersek, şu an ki bulunduğumuz noktada 17.4 gün sonra Jüpiter gezegeninin olacağını tahmin ederek (dünyaya en yakın olduğu zamanda 587 milyon kilometre) buna ayarlayarak bir keşif gemisini gönderebiliriz.

Tabii ki x-y düzleminde başarılı olunacağı tahmin edilse bile, uzay ortamındaki x-y-z sisteminde düşünürsek, belki uzaklık olarak doğru noktada çıkabiliriz ama Jüpiter'in o andaki konumuna göre tam olarak yanında çıkma şansımızın çok zayıf olduğu da bir gerçektir.

Ancak bu teknoloji eğer başarılı olursa, mesela dünya yörüngesine uydu veya benzeri yük taşıması için son derece pratik bir çözüm olabilir.

Hayal gücümüzü zorlamaya devam edecek olursak, ben bir gün zaman makinasıyla yolculuk yapma şansını yakalasam iki seçeneğim vardır.

Birincisi ne kadar dünyadan uzakta ortaya çıksam bile, en kısa zamanda dünya ile bağlantı kurup yönümü bulmak ve geriye dönmeye çalışmak.

İkincisi ise, zaten geri dönemeyeceğim gerçeğini kabul ederek, gitmişken sonuna kadar gideyim fikrine de sarılarak, uzayın başladığı zamana dönmek.

Acaba Big Bang patlamasının olduğu ana kadar gidebilir miydim? Uzayın henüz bin yaşında olduğu ve sadece taneciklerden meydana geldiği bir döneme dönebilecek olsam, acaba benim zaman makinem de o anda tanelerine ayrılır mıydı?

'Warp' fikrinde zamanın etrafında dönerek, yani o çizgi üzerindeki olaylardan etkilenmeyerek hareket edebileceğimizi varsayarak, 'Big Bang'den öncesine dönmeye kalkışsaydık? Bu durumda uzayın varolmayacağı ve uzayın varolmasından dolayı ortaya çıkan ve insanlar tarafından yorumlanarak 'fizik kanunları' olarak kabul edilmiş, ve benim zaman makinamla o noktaya kadar gitmeme imkan sağlamış bütün kuralların da varolmayacağını düşünersek?

'Terminator' filminde zamanda geriye giderek, ileride lider olacak insanların ailelerini yok etme düşüncesi nereye kadar mümkün bilemiyorum.

Buna başka bir yaklaşım getirsem, mesela ileride olacak çok büyük bir felaketi dünyaya mesaj olarak yollayarak tedbir almaları için uyarabilirdim.

Bu belki ileride mümkün olabilir ancak böylesine bir felakette ölmesi gereken bir kişi, benim yollayacağım mesaj sayesinde kurtulur ve ileride dedemi bir kavga sırasında öldürürse?

Zaman yolculuğu tartışması yıllarca sürer...

Beyin Dalgalarıyla Uçurulan Robot


ABD'de araştırmacılar sadece beyin dalgalarıyla yönlendirilen bir uçan robot geliştirdi.

Abd'de araştırmacılar sadece beyin dalgalarıyla yönlendirilen bir uçan robot geliştirdi.

Rus RIA Novosti ajansının haberine göre Mayland 
Üniversitesi tarafından geliştirilen ve "Neuro Sky Mindset" adı verilen uçan robot, pilotun beyin dalgalarıyla yönlendiriliyor. 

Bu çerçevede pilot sadece zihninde robotun gitmesi geren yönü düşünerek robotu istediği tarafa yönlendirebiliyor.


İşte sadece düşünce gücüyle uçan robotun görüntüleri

Kuantum Fiziğine Genel Bakış


Schrödinger'in Kedisi

             21. yüzyılın başından bu güne kadar, bilimdeki gelişmeler ile birlikte, önceki bilgilerimizin de kökten denilebilecek kadar çok büyük değişikliklere uğradığını görüyoruz. Bu değişimlere etken olan, Özel ve Genel görecelik teorileri, Kuantum Fiziği, Hologram ve Moloküler Biyoloji'nin ileri sürdüğü kuramlardır.

            Konuyu felsefi bakış açısından ele alıp sunmaya çalışacağım. Bu konuda beni yüreklendiren etken, kuramsal bilimin de bir yerde felsefe ile iç içe oluşudur. Çünkü felsefi düşünce, bilimsel tezleri yaratır, deney ise kanıtlar. Felsefe yine de bununla yetinmeyip sürekli konuyu irdeler, hiçbir şeyi kesin ve son olarak kabul etmez. ( Bu kuşkuculuk Descartes Mantığı ile karşılaştırılmalıdır. )  Bu görüş aynı zamanda bilimin temelidir ve buna Bilim Felsefesi adını veriyoruz

            Kuantum Fiziğini açıklayabilmek için zorunlu olarak Eiinstein'in Özel ve Genel Görecelik kuramına kısaca göz aymak zorundayız.

            1900 yılında Kuantun teorisini ilk ileri süren Max Plank'dır. Einstein 1905 yılında fotoelektriksel etki konusunu ileri sürdü. Bu konuda Plank'ın kuantum önermesinden yararlandı ve ışığın parçacıklara bölündüğünü savundu. Halbuki Plank başta olmak üzere tüm fizikçiler ışığı dalga biçiminde düşünüyorlardı. Sonuçta ışık kuantaları düşüncesini kullanarak fotoelektriksel etkiyi tamamlayan bir denklem kurdu. Daha sonraki gelişmeler sonucu FOTON kavramı kabul dördü. İşin en ilginç yönü Einstein Nobel ödülünü Görecelik Kuramıyla değil, ışık kuantasını önermesi sonucu aldı.

            Özel Görecelik Kuramına göre, uzay üç boyutlu özellik taşır ve zaman da bundan bağımsız varlığa sahip değildir. Einstein zaman  ve uzayın birbirleriyle ayrılmaz bir bütün olduklarını ve Uzay-Zaman denilen dört boyutlu sürekliliği oluşturduklarını göstermiştir. O halde, görecelik kuramı çerçevesinde uzay hakkında konuştuğumuzda, zaman hakkında da aynı anda konuşmamız gerekir. Bunu Newton'cu modelde göremeyiz.

            Yine Özel Göreceliğe göre, dünyanın tüm iyi bilinmeyen özelliklerinin kökeninde, tüm maddi nesnelerin hareketleri arasındaki Görecelik ve ışık hızının mutlak olduğunun karşılıklı ilişkisi yatmaktadır. Bu aynı zamanda zamanın göreceliğinin bir ifadesidir.

            Sezgilerimiz çelişkiye düştüğü için, uzay ve zamanın göreceliği bizi rahatsız eder. Özel görecelik kuramının dünyası, ancak ışık hızına yaklaşıldığında ortaya çıkar.

            Einstein tine 1905 yılında öne sürdüğü " Enerji ve kütlenin aynı şey olduklarını, birinin diğerine dönüşebileceği " savı, bir devrim niteliğindeydi. Gerçekte kütle ve enerji aynı şeyin farklı görünümleriydi. Bu yaklaşım, klasik fiziğin son temsilcisi Einstein'in modern fiziğin kapısını aralamaktadır.

            Genel Görecelik ise Özel Görecelik kuramına, kütlersel cisimlerin karşılıklı yer çekimini de içine almasıydı. Buna göre yer çekimsel güç, Uzay-Zamanı bükme ya da eğme özelliğine sahiptir. Bu da bir yıldız ya da gezegen şeklindeki kütlesel bir cismin bulunduğu bir yerde, onları çevreleyen uzay  biraz bükülecektir. Bu bükülme miktarı ise cismin kütlesine bağlı olacaktır. Bunu yanı sıra görecelik uzay ve zaman bir bütün oluşturdukları için zaman da mevcut maddenin etkisinde kalacaktır. Yani bir yerde evrenin diğer noktasına göre daha farklı bir hızda ilerleyecektir.

            Kuantum kuramı ise matematiksel formülasyondan sora bile, onun temel kavram ve tasarımları öyle kolayca kabul edilecek bir özelliğe sahip değildi. Çünkü bu kuramın yarattığı etki gerçekten de bilimsel savların yıkımıydı.

            Rutherford'un deneyleri, atomların sert ve parçalanmaz olmadıklarını, tersine içlerinde küçük parçacıkların hareket ettiği büyük boşluklardan meydana geldiğini gösterir. Buna göre atomaltı öğeler, ikili bir görünüme sahip soyut varlıklar gibidir. Onları bazen parçacık, bazen de dalga biçiminde algılamaktayız. Einstein, ışığın ve genelde elektromanyetik ışınımın yalnızca elektromanyetik dalgalar halinde değil aynı zamanda Kuanta'lar olarak da ortaya çıkabileceğini savunmuştur. Bunun sonucu olarak, atomaltı düzeylere inildikçe tam olarak belirli bir kesinliğe sahip olunmadığı görülüyor. Yani atomsal bir fenomenin nasıl gerçekleştiğini hiçbir zaman önceden belirli bir kesinlikle bilemeyiz.

            19. y.y. düşünürleri bilim ve felsefede büyük atılımlar yaratan düşünceler ileri sürerken bile, uygulaya geldikleri mekanik prensipler nedeniyle " Determinist "bir börüşr sahiptirler.

            Doğanın ve kendi yaşamımızın geçmişten geleceğe, tamamen önceden belirlenmiş olduğunu kabul eden bir dünya görüşü olan determinizmin, belirsiz bir dünyada belirlilik gereksinimi yaratır. Klasik fiziğin de buna desteklediğini görüyoruz.

Albert Einstein
            Belirsizlik kuramıyla, bu görüşün atomalıtı fiziğinde geçersiz olduğu kanıtlanırken, bunu doğal sonucu olarak bir çok değer yargısı ve kuramın temelinden sarsıldığını görüyoruz. Öyle ki bunun kolayca kabullenilecek şey olmadığı başta Einsrein olmak üzere din, felsefe ve bilim tarafından dirençle karşılanmıştır. Eintein " TANRI ZAR ATMAZ " deyimiyle karşı çıkışı bunun en güzel örneğidir.

            Kuantum Fiziği insanın inançsal dünyası ile medde dünyasında yarattığı bu deprem , inançsal kavramların soyut olması nedeniyle, sonuca ulaşması zaman istemektedir. Her şeyden önce insan yapısı alışılagelmiş düşüncelerden kolay kolay vazgeçemez. http://modern-fizik.blogspot.com/2011/09/erwin-schrodinger.htmlHele bu düşünceler öncekilerin tamamen tersi ise. Bunun yanında maddenin gözlemlenebilir ve sonuçlarının yarattığı yararlar görüldüğünde yatsınması olanaksızlaşır.

            Şimdi bu kuramların maddeye getirdiği yeni bakış açılarına bakalım.

            Wıllıam Crookes, içinde çok az bir gaz bulunan cam borudan elektrik akımı geçirerek bilimsel bir deney yaparken, elektrotların bir ucu olan katot'tan bazı ışınlar çıkıyor, ve karşısına gelen cama çarparak flüoresans bir ışık yolu meydana getiriyordu. Bu cam boruyu bir mıknatıs yaklaştırılınca, katot'tan çıkan ışık  demetlerin saptığını gördü. O güne kadar katı, sıvı ve gaz olarak bilinen maddenin yepyeni bir durumu ortaya çıkmıştı. Bu duruma RADİANT adı verildi. Bu basit sonuç bilimdeki akıl almaz sıçramaların başlangıcı olacaklardır.

            Röntgen bu yoldan hareketle adıyla anılan filmi bulmuştur. 1911 yılında Rutherfort, atom çekirdeğini bombardıman etmesiyle, atomun bir yapıdan başka bir yapıya dönüştüğünü kanıtladı. Bu gerçek aynı zamanda Mendelief'in ünlü atom ağırlıklarına göre sıralanan cetvelini de geçersiz kılmıştır.

            Aynı konuyu ele alan Curie'ler radyoaktif elementler olan Polonyum ve Radyumuu buldular. Bu elementlerin yaydığı Alfa-Beta-Gama ışınlarının yanında, büyük bir enerji halinde bir gaz, yani  " RADON " yayıldığı görülüyordu. Radyumdan yayılan bu radonlar için Rutherford şöyle diyordu. " Radyoaktivite, atomların ölümü demektir. Radyumun atomları ölüyor ve cesetlerinden RADON atomları doğuyor. "

            Heisengberg'in  "Belirsizlik Kuramı "  Niels Bohr ve Pauli ile birlikte geliştirilerek bilim dünyasına kazandırılmıştır.

            Doğayı çözümleme yaklaşımlarındaki bu köklü değişim yanında, teknolojiye yansıyan yönü ise devrim niteliğindedir. Bunlar transistör, mikro yonga, lazer ve süper iletkenler olarak yüzyılımızın iletişim çağını yaratmıştır. Buna paralel olarak, kimyasal elementlerin periyodik tablosunu, kimyasal bağın yapısı ile moleküler biyolojinin temelini atmıştır.

            Bilgi çağında yaşamamızın sonucu bu konularda hepimizin az çok birikimi olduğu düşüncesiyle, kısa bir hatırlatma ile yetindim.  

            Başta da belirttiğim gibi, zor olan, bu değişimlerin düşünce kalıplarımıza olan etkileridir. Çocukluğumuzdan bu yana, beynimize işlenmiş soyut kavramları oradan söküp atmak çok zor. Bu saplantı, bilim adamları için bile geçerli,. Kendi teorisini bile determinist görüşe bağlamaya çalışan Einstein bunun en somut örneği.

            Binlerce yıldır, evrenbilim konusundaki çeşitli inançların, din'ler ve mitoslar kanalıyla beynimize kazınması, belki de insanlığın en trajik olgusudur. Eski Mısır, Sümer, Hint, İyon ve Yunan düşünceleri, zamanın akışı içinde bireyi, dolayısıyla toplumları derinden etkilediğini biliyoruz. Bu gün bile bu düşüncelerin artıklarıyla dopdoluyuz.

            Bu gün bilimsel bulguların ışığında, tüm galeksilerin büyük bir hızla birbirinden uzaklaştığını biliyoruz. Genişleyen evrenle birlikte bir çok yıldız ömrünü ( yakıtını ) bitirip, kendi içine çökerek ya da patlayarak uzaya dağılmakta, bundan oluşan bulutsulardan da yeni yıldız kümeleri oluşmaktadır.

            Bu bir anlamda evrenin bir akış, değişim ve dönüşüm içinde olduğunun kanıtı olmaktadır. Hiçbir şeyin sonsuza kadar aynı kalamayacağı yanında, nasıl bir gelişme göstereceğini de bilemiyoruz.

            Sonucun, başından belirlendiğini ileri süren determinzm'in, insanın kendini rahatlatmak için güzel bir düş evreni yaratmasını sağladığını söylemek, haksızlık ya da bir yanlışlık olmasa gerek.

            21. y.y. yıl yaklaşırken maddenin özünde karşılaştığımız dönüşüm ve belirsizlik olgusu bizleri, kadercilik olan DETERMİNİZM karşısında güçlendirmektedir.

            Heinz Pagels'in şu sözleri, konuya yeterince açıklık getirip sonuca başlamaktadır.

            " Doğa kusur konusunda hiçbir şey bilmez. Kusur, doğanın insan tarafından kavranışıdır. Biz doğanın bir parçası olduğumuz ölçüde biz de mükemmeliz, mükemmel olmayan şey insanlığımızdır. Kusurluluk ve hata konusundaki kapasitemiz nedeniyle biz özgür yaratıklarız, hiçbir taş ya da hayvanın zevkine varamadığı bir özgürlüktür bu. Hata olasılığı ve kuantum teorisinin ifade ettiği gerçek " bilimsellik " olmadan, insan özgürlüğü anlamsızdır.http://adf.ly/?id=927987

28 Eylül 2011 Çarşamba

Madde Algısı ve Esir (Ether) Kavramı

Kozmolojinin en sırlı alanı ve maddenin en nihai noktası Esir (ether) eski çağlarda; göğün maliği, uzayı mavileştiren öz anlamında kullanılıyordu.
Esir aslında evrende boşluk var mıdır yok mudur? yada Maddenin aslı ve mahiyeti nedir ?sorularının cevabıdır.
Evrende boşluğun var olup olmadığı tartışması da Eski Yunan'a kadar gider.. Demokritus ve taraftarları tabiattaki bütün oluşum ve değişimleri boş uzayda hareket eden atomlara bağlar ve esir yok derken, Aristo ve takipçileri evrende boşluk yoktur. Yani: esir vardır, derler.
Maddenin aslı ve mahiyeti nedir?:
Eski Yunanda Thales, herşeyin aslının su olduğunu söyler. Empedokles:tabiatın 4 unsurdan (hava,su,toprak,ateş) meydana geldiğini söyler. Anaximender: görünen her şeyin bilinmeyen ve tarif edilemeyen tek bir unsurun değişik hal ve durumlarından ibaret olduğunu söyler. Demokritus; herşeyin gözle görünmeyen küçücük atomlardan oluştuğunu söyler. Eski Yunan felsefesinin zirveye çıktığı Eflatun ve Aristo ile birlikte dört unsur fikri kuvvet kazanır. Bu dört unsur (hava,su,toprak,ateş) bu gün bilim dünyasında kabul gören maddenin 4 halini bize gösterir ki bunlar katı sıvı, gaz ve Plazma'dır.
Aristo'nun takipçisi kabul edilen Farabi ve İbni Sina gibi İslâm filozoflarının değil, Eski Yunan kaynaklı felsefe anlayışını eleştiren hatta reddeden İmam–ı Gazali, Mevlana ve İmam–ı Rabbani gibi büyük Müslüman düşünürlerin de maddenin dört unsurdan oluştuğu fikrini kabul ederler. Yine bu isimler ve hatta Eflatun ve Aristo'nun eserlerinde yeryüzündeki oluş ve değişimlerin arkasındaki dört unsurdan başka gökleri dolduran çok lâtif beşinci bir unsurdan da bahsedilir ki, bu, bu ESİR'dir.
Evrende boşluğun var olup olmadığı tartışmasının Eski Yunan'a kadar gittiğini söylemiştim. Demoktirus ve taraftarları boşluk var o yüzden esir yok. Aristo ve taraftarları boşluk yok ve esir var demişlerdir.
Uzunca bir süreden sonra; Genel çekim, elektrik ve manyetizma gibi kuvvetlerin bulunmasından sonra uzayın iki farklı noktasında bulunan iki cisim arasında cereyan eden bu tür etkileşimlerin nasıl taşındığı veya iletildiği sorusu gündeme gelince ESİR konusu tekrar açıldı..Mesela Newton, "arada hiçbir bağlantı olmadan boşluktaki iki uzak cismin birbirlerine kuvvet uygulayabileceği düşüncesinin aklî melekeleri sağlam hiç kimse tarafından kabul edilemeyeceğini söyler" Gene de hayatı boyunca iki kütle arasındaki çekim sırrını çözmeye çabalamış, bu amaçla tüm uzayı dolduran esir parçacklarının rol oynadığı mekanik bir model kurmaya çalıştı.
17,yy'da Decertes tarafından da bu terim kullanıldı. Decartes, esir'in gökyüzünün boşluklarını doldurduğunu ve uzay ortamının basınçlı bir dolgunluk olduğunu ve ayrıca Esirin, Manyetizma gibi uzaydaki çekme-itme kuvvetlerinin aktarılmasına aracı olduğunu söylüyordu.
Newton teorilerini gözlem ve deneye dayandırıyor. Decartes ise mantıki analizden, metafizik ve dini inançalardan destek alıyordu.Uzun süre sessizlikten sonra 19,yy'da birbirinden farklı ama metafizik varsayıma dayali iki farklı araştırmayla esir' sorusu yine gündeme geldi.
a) Wolfgang Goethe: materyalist, ateist görüşlere ve Newton fiziğindeki mekanik tabiat görüşlerine karşı çıkıp. Dünyaya bir makine olarak bakan klâsik görüşleri reddetti.. Mesela Lorenz Oken, maddenin, elektrik ve manyetik güçlerin etkisi altındaki esirden kaynaklanıyor dedi.
Micheal Faraday 1846'da manyetizma ile ışık arasında bir ilgi olduğunu gösterdi ve esirin hem manyetik kuvvetler, hem de bir ışık ortamı olabileceği söyledi.
Elektromanyetik alanlar teorisini geliştiren Maxwell (1831-1879), manyetik kuvvetlerin ve ışığın esir içinde iletildiğini öne sürdü.
Mesela 1883 te Nature dergisinde esir: "Esir genelde bir akışkan ya da bir mayi olarak adlandırılmaktadır ve yine katılığı itibariyle bir jele benzetilmektedir; oysa bu adların hiçbiri uygun değildir. Esir eylemsizlik özelliği olan,sürtünmesiz Kusursuz devamlılığı olan, ince, sıkıştırılamayan, tüm uzaya yayılan ve maddenin molekülleri arasında sızan ve kendi imkânları ile birini diğerine bağlayan birşey olduğu yazar."


Klâsik fizikte esirin su veya hava gibi maddî bir ortam olarak düşünülme neticesinde çeşitli nesnelerin, meselâ Dünya'nın esire göre hızını ölçmenin mümkün olabileceği düşünülmekteydi. Bu amaçla tasarlanan ünlü 1887 Michelson–Morley deneyinin Dünya'nın hızını sıfır çıkması ve sene içindeki tekrarların yine sıfır çıkması Esir'i şüpheli hale getirdi.. Azınlık sayılabilecek bir kısım fizikçiler, esirin Dünya tarafından sürüklendiğini, sonuçların normal olduğunu söyledi.Fizik camiasının büyük çoğunluğu ise M–M deneyinin sonuçlarının Lorentz kısalmasından kaynaklandığı üzerinde hemfikirdir. Buna göre fizik kanunları öyle bir şekildedir ki, esir var olsa da olmasa da esire göre yapılacak hız tayinlerini imkânsız kılmaktadır.
Einstein 1905 yılında yayınladığı Özel İzafiyet Teorisi'ni sunan makalesinden sonra esirle ilgili olarak;esire göre hareketin ölçülememesi gerçeğini esirin var olmadığı şeklinde ifade etmiş (Loraenzile Einstein farklı düşünüyordu.) ve bazı sonuçları yorumlamada aşırıya kaçma olarak değerlendirecektir. Hattâ 1920 yılında Leyden'de yaptığı bir konuşmasında esir var kabul edilmeden uzay–zamanın yapısının anlamanın mümkün olmayacağını, ışığın yayılması ve genel çekimin de esir olmadan düşünülemeyeceğini söylemiştir. Einstein'a göre M–M deneyi ve Özel İzafiyet Teorisi bize esirin hareketinin uzay–zamanda izlenemeyeceğini, dolayısıyla esire göre hareketin tanımlanamayacağını ve esirin, referans sistemlerinin üstünde bir gerçekliğe sahip olduğunu öğretmiştir. Genel İzafiyet Teorisi, boş uzayın (vakum) yokluk olmayıp bir tür nesne olduğunu ortaya koymuştur.
Vakumun ne olduğu ve özellikleri ise halen kuantum fiziğinin en ciddi soruları arasındadır. Esir için geliştirilen Kuantum Alan Teorisi yada Kara Madde yada Kara Enerji çalışmaları devam ediyor. Esirin deneysel olarak keşfi cerndeki deneyler sonucunda ve uzunca bir zamandan sonra anlaşılacağını düşünüyorum. Çünkü Bu sicim Teorisindeki gibi uzun soluklu bir koşudur. Bu cern deneylerinde önce Hawking'in dediği gibi "Higgs Parçacığı değil ama ona daha yakın parçacıkların" bulunacağını onun belki ileride Sicimlere onunda bizi esir'e götüreceğini düşünüyorum. Tabi Uzay-zaman'ın ömrü (ömrümüz) yeterse......

ERWIN SCHRODINGER


Erwin Rudolf Josef Alexander Schrödinger (12 Ağustos 1887 – 4 Ocak 1961), Avusturyalı fizikçi. Kuvantum mekaniğine olan katkılarıyla, özellikle de 1933'te kendisine Nobel Ödülü kazandıran Schrödinger Denklemi'yle tanınır. Schrödinger'in Kedisi diye bilinen düşünce deneyini önermiştir.


--Nobel ile taçlandırılmış Erwin SCHRÖDINGER’in Yaşam Nedir? İ yirminci yüzyılın büyük bilim klasiklerinden biridir.Seçkin bir fizikçinin biyolojinin yüreğinde yatan sorunu açıklaması, meslekten olmayanlar için yazılmıştı, ama moleküler biyolojinin doğumunu ve arkasından DNA’nın yapısının keşfini kışkırtan dürtülerden birini sağladı.
Filozof Karl Popper onu ‘güzel ve önemli kitap’ olarak selamladı.--
Scientific American


ERWIN SCHRODINGER'İN ''YAŞAM NEDİR ?'' ADLI KİTABINDAN ALINTI


‘’Bu son bölümde açıklamak istediğim, kısaca, canlı maddenin yapısı hakkında tüm 



öğrendiklerimizden onun olağan fizik yasalarına indirgenemeyen bir tarzda işlediğini 


bulmaya hazırlıklı olmak zorunda olduğumuzdur. Ve bu, herhangi bir ‘yeni kuvvet’ in var 


olması ya da canlı organizma içindeki tek atomların davranışı yüzünden değil, yapılış 


tarzının fizik laboratuvarlarında şimdiye kadar test ettiğimiz herhangi birşeyden farklı 


olmasındandır. Kabaca ortaya koyarsak, sadece ısı makinelerine alışık bir mühendis,bir 


elektrik motorunun yapılışını dikkatle gzöden geçirdikten sonra, işleyişini, hala 


kavrayamadığı ilkeler doğrultusunda bulmaya kalkacaktır. Burada ayrık kangallar halindeki 


uzun telleri, çekilmiş bakırı, kazanlarda kullanıldığı için kendisine yakın bulur. Demirin aynı 


demir, bakırın aynı bakır, konunun aynı doğa yasaları olduğuna inanacak, ve bunda haklı 


olacaktır. Oysa, yapılış tarzındaki fark onu tamamiyle farklı bir işleyişe hazırlamak için 


yeterlidir. Ama o, kazan ve buhar olmaksızın, bir düğmenin çevrilmesiyle dönmeye hazır 


Atom
olduğu için elektrik motorunun bir ruh tarafından yönetildiğinden kuşku duymayacaktır.



Bir organizmanın yaşam çemberindeki olayların ayrıntılarıyla anlatılması, cansız maddede karşılaştığımız herhangi bir şeye kıyasla eşsiz, hayran olunası bir düzenlilik ve kurallara uygunluk sergiler.

Belki de tekrar tekrar vurgulanması gereken nokta, fizikçi için olayların durumunun sadece görünüşte akla yatkın olmadığı değil, eşi görülmemiş olduğu için son derece heyecan verici olduğudur. Genel inanışın tersine, fizik yasalarıyla yönetilen olayların düzenli akışı hiçbir zaman atomların iyi düzenlenmiş bir biçimlenişi sonucu değildir.

(Schrödeinger fizik yasalarının olasılıkçı durumundan bahsediyor ve bikaç örnek veriyor daha sonra yazısına şöyle devam ediyor;)

Biyolojide tamamıyla farklı bir durumla karşılaşıyoruz.Sadece tek bir kopyada varlığını sürdüren tek bir atomlar grubu birbiriyle ve çevreyle anlaşılması en zor yasalara uyarak olağanüstü düzenli olaylar üretiyor. Sadece bir kopya varlığını sürdüren dedim, çünkü ne de olsa biz bir yumurtanın ve tek hücreli bir organizmanın örneğine sahibiz. Daha yüksek bir organizmanın sonraki aşamalarında kopyalar çoğaltılmışlardır, gerçek budur. Ama hangi büyüklükte ? İyice biliyorum ki yetişkin bir memelide 10 üzeri 14 gibi bir şey. Üstelik bu sadece yaklaşık 16cm küp havadaki milyonlarca molekülün sayısı. Ve gerçekte dağılış tarzına bakın. Her hücre onların tam birini (ya da ikisini, ikizini düşünüyorsak) barındırır.
Bu küçücük merkez ofisin, güce, izole edilmiş hücrede sahip olduğunu bildiğimize göre, hepsinde ortak olan şifre sayesinde büyük bir kolaylıkla birbirleriyle haberleşerek bedeb üzerinde yerel yönetimin benzer istasyonlarına dağıtılmıyorlar mı?


Hücre
Pekala, bu, bilim adamındansa ozana yakışır fantastik bir betimleme. Oysa, o, şiirsel düş gücüne değil,sadece, burada açıktan açığa fiziğin ‘olasılık mekanizmasından’ tamamıyla farklı bir ‘mekanizmayla’ yönlendirilen ayrıntılarına kadar düzenli ve yasal olaylarla yüz yüze olduğumuzun farkına varmak için açık ve akla yakın bilimsel yankıya ihtiyaç duyuyor.Çünkü her hücredeki yol gösterici ilkenin sadece bir kopyada var olan tek bir atomik birlikte somutlaşmış, olduğu, basit olarak gözlemlenen bir gerçektir. Küçük ama üst düzeyde organize bir atomlar grubunun bu tarzda iş görmesini, şaşırtıcı ya da görünüşte akla yakın bulabiliriz, durumun benzeri yok, canlı maddeden başka hiçbir yerde bilinmiyor. Cansız maddeyi araştıran fizikçi ve kimyacı, bu tazda yorumlanan hiçbir olguya hiçbir zaman tanık olmadı’’.

Uydu Kanada'ya düşmemiş...



NASA, eski haberleşme uydusunun Kanada'ya düşmüş olabileceği haberinde düzeltme yaptı.


ABD'nin Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesine (NASA) ait ''Üst Atmosfer Araştırma Uydusu''nun (UARS), daha önce belirtildiği gibi Kanada'ya değil, Güney Pasifik'e düştüğü bildirildi.
NASA'dan yapılan açıklamada, yeni hesaplamaların 20 yıllık uydunun, atmosfere Amerikan Samoası üstünde girdiğini ancak parçaların bunun 480 kilometre kuzeybatısında, Christmas Adası'nın güneybatısında suya çarpmaya başladığını duyurdu.
Yer'e düşen UARS'ın parçaları, 800 kilometrelik alana yayıldı. NASA'dan daha önce yapılan açıklamada, parçalanan uydunun Kanada'ya düşmüş olabileceği bildirilmişti.

26 Eylül 2011 Pazartesi

PHILADELPHIA DENEYİ



1930'lu yıllarda Amerikan hükümeti bilim adamlarından gemilerin radarlarda görünmemesini sağlayacak bir yöntem geliştirmelerini ister. 10 yıllık çalışmanın sonunda proje deneme aşamasına gelir. Deneyde Amerikan donanmasında görevli olan Eldridge adlı gemi kullanılacaktır. Gemi elektromanyetik alan oluşturmaya yarayacak tonlarca ekipmanla donanır ve 22 temmuz 1943'te saatler 09:00'i gösterirken jeneratörler çalıştırılır. Eldridge'in etrafını önce yeşil bir duman kaplar. Duman çekildiğinde ise deneyin istenenden daha başarılı olduğu anlaşılır. Çünkü Eldridge mürettebatiyla beraber "gözden" kaybolmuştur!

İşte bu tüyler ürperten bu hikaye, o tarihten bu güne kadar resmi makamlarca defalarca yalanlanmasına rağmen en çok merak edilen konulardan biri olmuştur.

'Philadelphia Deneyi' olarak adlandırılan deneyin yapılmış olma ihtimalinden ilk söz eden kişi Morris K. Jessup'dur. UFOlar üzerine yaptığı çalışmalarla tanınan amatör bir gökbilimci olan Jessup'un deney ile olan ilgisi 1955 yılında eline geçen bir mektupla başlar.

Mektup, Carlos Miguel Allende adında birinden geliyordu ve deneyden detaylı olarak bahsediyordu.

İddiasına göre Allende, deneye gözlem gemisi olarak katılan SS Andrew Furuseth adlı şilepte görevli bir denizciydi. Deneye baştan sona şahit olmuştu.

Deneyin hazırlık aşaması

Deneyin temelinde Einstein'in Birleşik Alan Teorisi vardı. Teori, basitce, nesneler arası çekim esası ve elektromanyetizma üzerine kurulmuştur. Einstein, 1920lerden itibaren bu teorisi üzerine yoğunlaşmış, 1925-1927 yılları arasında Almanya'da, bir fizik dergisinde yaptığı çalışmaları yayımlamış, ancak bu çalışmalarını hiçbir zaman tamamlayamamıştı.



İddiaya göre deneyin çalışmaları 1930 yılında Chicago Üniversitesi'nde başlamış, bir yıl sonra da Princeton Üniversitesi'nde devam ettirilmişti.
Hatta Albert Einstein, Dr.John von Neumann ve Dr.Nikola Tesla'nın da zaman zaman proje dahilinde çalıştıkları iddia edilmiştir.

Birleşik Alan Teorisi'nin deneye uygulanışı ise "çok güçlü bir elektromanyetik alan oluşturup gemi üzerine gelen ışığı (ve radar sinyallerini) kırarak ya da bükerek optik görünmezlik sağlamak" şeklinde düşünülmüştü.
Bu doğrultuda 75 KVA gücündeki iki dev jeneratör geminin ön top taretlerinin altına monte edildi, buradan geminin güvertesine 4 manyetik ışın yayılacaktı.

3 RF vericisi (her biri iki megavat CW gücündeydi ve onlar da güverteye monte edilmişti), 3000 adet 6L6 güç artırıcı tüp, iki jeneratörün oluşturduğu gücü yayacaklardı, özel  eşleme ve modülasyon devreleriyle diğer ekipman, oluşan kütlesel elektromanyetik alanları kullanılırlığa indirgerken, kırılmış ışınlar ve radyo dalgaları gemiyi saracak ve sonuçta gemi düşman gözlemcileri için görünmez olacaktı.

Amaç görünmezlikti fakat iddiaya göre donanma bu deneyde tesadüfen de olsa maddenin ışınlanması gerçekleşti!

Deneyin gerçekleştirilişi

 Allende, deneyin 22 Haziran 1943'te sabah 09:00'da jeneratörlere güç verilerek başlatıldığını söylüyordu.
Bu aşamadan sonra yeşilimsi bir sis gemiyi örtmeye başlamış ve USS Eldridge ortadan kaybolmuştu. Devamını şöyle anlatıyordu Allende :
"Bir an sadece geminin çapasını görebildim, sonra o da kayboldu, ortada artık ne sis ne USS Eldridge vardı; bomboş denize bakıyorduk, bizim gemide bulunan üst rütbeli subaylar ve bilim adamları korku, dehşet ve heyecan içinde nefeslerini tutarak bu inanılması güç başarılarını seyrediyorlardı.

 Gemi ve mürettebatı hem radarda hem de gözlerimizin önünde yok olmuştu. Her şey planlandığı gibi yürüyordu, 15 dk. sonra emir verildi ve jeneratörlerin şalteri kapatıldı. Önce hiçbir şey olmadı, arkasından yeşil sis tekrar ortaya çıktı ve USS Eldridge yeniden görünmeye ve ortaya çıkmaya başladı
Ama gemi nereye gitmiş ve nereden geliyordu? Sis azalırken, birşeylerin tuhaf gittiğini hissediyorduk. Hemen gemiye yanaştık, ilk önce mürettebatın çoğunun geminin yanından sarkıp  kustuklarını gördük, diğerleri ise geminin güvertesinde şaşkın şaşkın dolaşıyorlardı, sanki hiçbirinin bilinci yerinde değildi.



Yetkili ekipler gemiye girerek bütün mürettebatı kısa süre içerisinde uzaklaştırdılar ve yerlerini hazır bekletilen yeni bir mürettebat aldı. Bir iki gün sonra, yeni bir deneye daha karar verildi.

Gemi istenen radar görünmezliğine ulaşmıştı, donanım değiştirildi ve 28 Ekim 1943'te deney yine aynı gemide tekrarlandı.
Jeneratörler çalışmaya başladıktan hemen sonra gemi hemen hemen görünmezlik çizgisine ulaşmıştı, sadece burnu ve arkası görülüyor, arada ise bazı çizgiler belli belirsiz seçiliyordu.

Sonra sadece su üzerinde tekne boyunda bir çizgi kaldı. Bir iki dakika sonra mavi bir ışık parladı ve o çizgi de yok oldu. Şimdi gemi tamamen yok olmuştu.
Birkaç dakika sonra millerce uzakta Norfolk'ta ortaya çıktı. Göründükten biraz sonra bilinmeyen bir nedenle yine kayboldu ve Philadelphia'da tekrar ortaya çıktı.
 Bu kez durum çok ciddiydi, tüm mürettebatın başı beladaydı. Bazıları yok oldu ve bir daha geri dönmedi. Bu olayın en korkunç bölümü ise beş denizcinin geminin eriyen ve sonra yine katılaşan metal levhalarının içinde kalmalarıydı. Bu çok feci bir durumdu.

Denizcilerin birisi kurtuldu fakat bir daha eski haline dönemedi. Aklını tamamen yitirmişti ama yapacak hiçbir şey yoktu. Bazılarının psişik yetenekleri gelişmişti, sokakta yürürken kaybolan ve yine ortaya çıkan insanlar vardı.
Manyetik alanın içinde kalan mürettebattan kaybolanlar ancak birisinin yüzüne ve eline dokunulmasıyla görünür hale geliyorlardı, yani dokunmanın giysinin olmadığı bir yere yapılması gerekiyordu.

"Donma" adı verilen bu olay saatlerce, günlerce sürebiliyordu, hatta bir tayfa tam altı ay  donduktan sonra kurtarılabilindi. Elektronik kamuflaj başladıktan sonra geminin ve mürettebatının bütünüyle kaybolup, çok uzak bir yerde ortaya çıkıp ve sonra yeniden geri dönmesine neden olan neydi?"

Bu hikâyeye göre USS Eldridge, 28 Ekim  sabahı Philadelphia limanından 640 km. ötedeki (375 mil) Norfolk askeri deniz üssüne gidip tekrar gelmiş ve bu olay birkaç dakika içerisinde olmuştu.
 Jessup bu inanması güç hikâyeye temkinli yaklaştı. Allende'ye gönderdiği cevapta daha fazla ayrıntı ve varsa olayın gerçekliğiyle ilgili kanıtlar istedi.

Allende'nin cevabı ise aylar sonra geldi, fakat bu sefer gelen mektupta Carl M. Allen imzası vardı. Allen kanıtı olmadığını yazıyordu ancak hipnoz seansına katılabileceğini  ya da pentotal (bilinci uyuşturarak iradeyi kıran doğruyu söyleten bir ilaç) alarak gördüklerini anlatabileceğini savunuyordu. Jessup bu mektuptan sonra yazışmamaya karar verdi.

1957 ilkbaharında Jessup, Deniz Kuvvetleri Araştırma Bürosu'ndan bir davet  aldı. Büroya ulaştığında kendisine yine kendinin yazdığı (ve çoğunlukla ününü borçlu olduğu) The Case for the UFO isimli kitap gösterildi.

Bu kitap bir yıl kadar önce büroya postalanmıştı. Kitabın dikkat çekici yanı ise sayfalarda alınmış olan notlardı. Notlar üç farklı yazıyla yazılmıştı ve binlerce yıl önceki uygarlıklardan söz ediliyor, dünyaya gelen uzay araçları tarif ediliyordu

Sonunda ise güç alanlarından, bir maddenin nasıl kaybolup, nasıl ortaya çıkarılabileceği ve 1943'te yapılan deneyden söz ediliyordu. Jessup yazılardan birinin Allen'e ait olduğunu fark edip durumu bildirdi. Sonrasında diğer yazıların da aynı kişiye ait olduğu, farklı renk ve özelliklerdeki kalemlerle yazıldığı anlaşıldı.

Bu olaydan sonra Deniz Kuvvetleri Jessup ile yeniden bağlantı kurup Allende'nin mektuplarında belittiği adresin terkedilmiş bir çiftlik evine ait olduğunu, ayrıca, Jessup'un kitabının üzerindeki notlarla ve Allende'nin mektuplarıyla birlikte yeniden düzenlenerek Deniz Kuvvetleri bünyesinde dağıtılacağını bildirdi. Rakam tam olarak bilinmemekle beraber bu şekilde 100 kadar kopyanın Deniz Kuvvetlerinde dağıtıldığı sanılmaktadır. Bu baskıdan üç kopya da Jessup'a gönderilmiştir.




Bu olaydan iki yıl kadar sonra, 20 Nisan 1959'da Morris Jessup, Miami'de Hammock Parkı'nda, kendi aracı içerisinde ölü bulundu. Polis raporlarına göre egzoz gazıyla intihar etmişti. Carlos Allende ise bir daha ortaya çıkmadı ve olay bu şekilde kapandı.

Higgs Bozonu


   Edinburgh Üniversitesi’nde görevli Peter Higgs’in 1960’lı yıllarda ortaya attığı Higgs Boson (Tanrı’nın zerrecikleri) büyük patlamanın ardından ortaya çıkacağı varsayılan parçacıkların ismi. Peter Higgs ’e göre kainat, Higgs Alanı ismini verdiği bir enerji tarafından yaratıldı. Bu enerji, büyük patlamanın ardından ortaya çıkan parçacıklarla etkileşime girdi ve “Higgs Boson” ismi verilen zerreciklerin ortaya çıkmasına sebep oldu. Bu zerrecikler maddeye kütle kazandırdı. Fakat Higgs’in bu teorisi kimi saygın fizik dergileri tarafından kabul görmemişti. Maddeye kütle özelliği veren parçacığın adı olan higgs parçacağı, bu parçacıklar hakkında çok bilgi olmamasından ötürü Tanrı’nın zerreleri olarak da anılıyor.
   TANRININ ZERRELERİ (HİGGS DENEYİ)

(Prof. Dr.Cengiz Yalçın'ın yazısı)

Yerli ve yabancı basında son günlerde,(örneğin Hürriyetin 10/04/2008 tarihli sayısında), Tanrının Zerreleri ve benzeri başlıklar altında sıkça yer alan haberler, bu ünlü deneyi modern bir efsaneye dönüştürmüştür.


Sanırım yakında bir film'e veya bir TV dizisine bile konu olabilir.Tanrının zerreleri ismi verilen Higgs parçacıkları nasıl bir şeydir ve evrenin hangi gizemlerine nasıl bir açıklama getirecektir? CERN' DE (European Laboratory for Partimle Physics) 2008 de gerçekleştirilmesi planlanan tüm zamanların en pahalı(yaklaşık 6-7 milyar dolar)  deneyinden insanlık ne beklemektedir?

Fiziğin  genel anlamda bilimin çözüm bekleyen üç temel problemi vardır:
1-Maddeyi meydana getiren bölünemeyen en küçük yapı,yani temel parçacıklar nelerdir?
2- Temel parçacıkları bir arada tutan nesneleri meydana getiren kuvvet nedir?
3-Temel parçacıklara kütle kazandıran,yani maddesel evreni oluşturan,fiziksel mekanizma nasıl bir şeydir?
Peter Higgs
Maddenin en küçük temel yapı birimini bulmak için,1950-60 yılları arasında nötron,proton ve elektrona ilave olarak, temel olduğu sanılan çok sayıda parçacık keşfedilmiştir.Sayıları her geçen gün artan  bu parçacıklar,periyodik cetvelde olduğu gibi,özellikleri birbirine benzeyen guruplar oluştururlar.1964 yılında Gell-Mann ve Zewing,tüm parçacıkların,nötron ve proton da dahil,daha küçük parçalara bölünemeyen üç kuarktan  meydana geldiğini,kurguladıkları  model ile açıklamışlardır.Yüksek enerjili elektron demetleri  protonlar ile çarpıştırılmış,proton içinde,gerçekten modelin öngördüğü gibi, elektron demetini  saçan üç nokta merkezin bulunduğu görülmüştür.Derin saçılma deneyi olarak bilinen bu ünlü deney ile kuark modelinin doğru olduğu kanıtlamıştır.Ayrıca modelinin söylediği gibi, kuark elektrik yüklerinin 2e/3;2e/3 ve -e/3 olduğu görülmüştür.Burada e elektron yüküne karşı gelmektedir.Elektron Yükü'nün kesirli olduğunu da ilk olarak bu deney ile kanıtlanmıştır.1964 den   itibaren parçacık fiziğinin tüm senaryolarında kuarklar baş aktör olarak sahne aldılar.Böylece 1970 li yılların başında,Gell-Mann önerilerine dayandırılarak geliştirilen standart model şekillenmeye başlamış oldu.Model maddenin  bölünemeyen en küçük  yapı birimlerini ve bu birimleri bir arada tutan kuvveti, yani yukarıda 1 ve 2 no ile verilen temel problemleri açıklamayı hedefler.
Maddenin bölünemeyen en küçük yapı taşları,hassas teknolojiler ile birlikte molekülden atoma,atomdan çekirdeğe ve elektrona, oradan nötron ve protona, oradan kuark,lepton,nötrino ve bozonlara gelip dayanmıştır.Kuantum mekaniği bütün bu gelişmelerin entelektüel alt yapısını oluşturmuştur.
Standart modele göre,madde yani evren daha küçük parçalara bölünemeyen 12 fermion ve 6 bozondan oluşan toplamı 18 temel parçacıktan meydana gelir.Fermion ve bozon sözcüklerinden çekinmeyin.Bunlar maddeyi meydana getiren temel parçacıklara verilen ortak isimlerdir.
Fermionlar kütlesel parçacıkları,bozonlar kuvvet alanlarını oluştururlar


Fermionlar da kendi aralarında Kuark ve Leptonlar olmak üzere iki gruba ayrılır. Leptonlar küçük kütleli parçacıklardır.Örneğin elektron bir leptondur.Her bir leptona bir nötrino tekabül eder.Elektrona tekabül eden nötrino'ya elektron nötrino denir.Fermionlar,bozonlar,leptonlar ve nötrinolar birbirlerinden fiziksel özellikleri ile ayrılırlar.Birinci kuşak fermionlar,maddenin temel yapı taşlarıdır.Atom çekirdeği nötron ve protonlardan,nötron ve protonlar da birinci kuşak yukarı (up) aşağı (down) kuarklardan meydana gelir.Birinci kuşak lepton ise atomik yörünge elektronudur.İkinci ve üçüncü kuşak fermionlar  ve leptonlar ve onlara tekabül eden nötrinolar sadece yüksek enerji fiziği deneylerinde kendilerini gösterirler.  
        .
Standart modeli oluşturan parçacıkların Higgs bozonu hariç tümü deneysel olarak var oldukları kanıtlanmıştır.Deney Higgs'in varlığını kanıtlamak için yapılmaktadır.Eğer varlığı kanıtlanır ise maddenin oluşum mekanizması anlaşılacaktır.Böylece bilim evrenin üçüncü gizemini de açıklığa kavuşturacaktır.

Şimdi akla şöyle bir soru geliyor.Tüm zamanların en pahalı bu deneyinden beklenen nedir? 

Burada amacımız parçacık fiziği dersi vermek değil sadece Higgs parçacığının önemini anlatmaktır.Standart model parçacıklarının nasıl kütle kazandıkları yani nasıl maddesel parçacıklar haline geldiği,günümüze kadar çözülmüş bir problem değildir.
Higgs alanı temel parçacıkların nasıl kütle kazandıklarını yani maddesel evrenin nasıl oluştuğunu açıklayacaktır.
Serbest elektronun ölçülen kütlesi ile bir elektrik alanı içinde ölçülen kütlesinden daha küçüktür.Bunun anlamı elektron bir manyetik alan ile etkileşirken fazladan kütle kazanmaktadır.Kuraklar da Higgs  alanı ile etkileşerek kütle kazanırlar.Deney bu düşünüşün doğru olup olmadığını ortaya koyacaktır

Evren,büyük patlama oluşmuş bir enerji sistemdir.Singüler noktadan enerji,Higgs olarak  fışkırmış ve aynı anda uzay-zamanı oluşturmuştur.Higgs büyük proton hızlandırıcısının detektörlerinde kendini gösterirse,bir teorik fizikçi olarak göstereceğinden eminim,bilim kutsal kitaplardaki ünlü cümleyi
                                               'Tanrı önce ışığı yarattı' '
                                               'Tanrı önce Higgs'i yarattı'

şeklinde değiştirecektir.Basın bu gerçeğin farkında olarak Higgs'e bu nedenle  Tanrının zerreleri ismini vermiş olabilir.Gerçekten bu ünlü deneye,büyük patlama anının,yani yaradılış anının,laboratuar ortamında bir tekrarı gibi bakmak mümkündür.

EINSTEIN ve BOHR TARTIŞMALARI -3


Üçüncü Raund: EPR Paradoksu

Nazilerin iktidara gelmesi sonucu Einstein 1933 yılında Almanya’yı terketmek zorunda kaldı ve Amerika’ya yerleşti. Burada Einstein, çabalarını kuantum mekaniğinin bütünlüğü olan bir kuram olmadığını, yani eksiklikleri olduğunu göstermeye yoğunlaştırdı. 1935 yılında Boris Podolsky ve Nathan Rosen ile yazdığı "Fiziksel Gerçekliğin Kuantum Mekaniksel Anlatımının Tam Olduğu Kabul Edilebilir mi?" başlıklı makalesinde Einstein’ın niyeti, artık kuantum mekaniğinin yanlış olduğunu değil fakat tüm gerçeği söylemediğini göstermekti. Einstein ve arkadaşları bir fizik kuramının bütünlüğü
için ise şu kriteri kullandılar: her fiziksel gerçeklik için kuramda bir kavram varsa kuram bir bütündür. Eğer kuantum kuramının açıklamadığı ya da hiç dokunmadığı bir takım gerçekliklerin varlığını gösterebilirse kuantum kuramının eksik olduğunu göstermiş olacaktı. Böylece Bohr’un kuantum kuramının bütünlüğü olan bir kuram olduğu iddiasını çürüterek tartışmayı kazanıp konuyu da kapamış olacaktı. Einstein’ın savında anahtar konumunda olan kavram fiziksel gerçeklik kriteriydi. Einstein fiziksel gerçekliği şöyle tanımladı: Eğer bir sistemi hiçbir şekilde rahatsız etmeden o sistemle ilgili
bir fiziksel miktarın değerini kesin olarak tahmin edebiliyorsak o fiziksel miktara karşılık gelen bir fiziksel gerçeklik vardır. Bohr’un bu konuda konumu biraz daha farklıydı. Bohr fiziksel gerçekliğin var olduğunu varsayıyor ve fiziğin amacının bu gerçeklikle ilgili sırları olabildiğince ortaya çıkarmak
olduğunu söylüyordu.

Einstein, Podolsky ve Rosen şu iki alternatifi önerdiler:
(1) ya gerçeğin dalga fonksiyonu ile kuantum mekaniksel betimlenmesi eksik

(2) ya da
birbirini tamamlayıcı olan özelliklere karşılık gelen fiziksel miktarlar aynı anda gerçekliğe sahip olamazlar yani biri gerçekse diğeri gerçek olamaz. Einstein birinci alternatifi Bohr ise ikinci alternatifi savunuyordu. EPR’ın fiziksel gerçeklik kriterini kullanırsak ikinci alternatifi savunmak çok güçleşmektedir. (EPR deneyinin daha geniş bir anlatımı için Sadi Turgut’un bu sayıdaki ‘Parçacıklar Telepati Yapar mı?’ yazısına bakınız.)

EPR makalesi tartışmayı bitirmedi. Tartışma odağı daha farklı eksene kaydı: Gerçeğin doğası ve bunu açıklamada kuramın rolü. Bu tartışma günümüzde de devam etmekte ve fizik var
olduğu sürece devam edecek gibi
görünüyor.

Yusuf İpekoğlu
Kaynaklar
Honner, J., The Description of Nature, Clarendon Press Oxford 1987
Whitaker, A., Einstein Bohr and the Quantum Dilemma, Cambridge
Universty Press 1996
Ekim 2000



Bell Teoremi

Einstein, Podolsky ve Rosen'in 1935'te kuantum kuramına yaptıkları "tamamlanmamışlık" iddiası, bilimciler ve felsefeciler arasında derin tartışmalara kaynaklık etti. EPR Deneyi, denilen bu düşünce deneyinde kuantum kuramının "yerel nedensellik ilkesini" zedelediği,ayrıca özel görelilik kuramının hiçbir şeyin ışık hızından daha hızlı gidemeyeceği ilkesini çiğnediği öne sürülüyordu. Birbirine zıt yönde hareket eden iki parçacığın hareketlerinde gözlenen uyum, kuantum kuramının tahmin ettiği bu uyum,nasıl açıklanabilirdi? Bohm'a göre burada gözlemcinin henüz bilmediği "gizli değişkenler" rol oynuyordu ve deney konusundaki yetilerimiz arttıkça bu gizli değişkenler bulunacak, kuantum kuramının olasılıkçı yapısı değişecekti.

Konunun yeniden değişik bir bakış açısıyla ele alınması1964'te John Bell tarafından yapıldı. Bell, David Bohm'un "gizli değişkenler kuramının" yerel olmadığını fark etti. Bir şey, başka bir şeyi "yerel" ise etkileyebilir görüşünün anlatımı. Yerellik görüşünün öteki ucu, "Çin'de kanat çırpan kelebeğin Türkiye'de rüzgar yaratabileceği" görüşü.

EPR deneyini açıklamak için hareketlerin her nasılsa başlangıçtan itibaren önceden belirlenmiş olduğunu söylemek akla uygun görünebilir: Yani parçacıklar bir biçimde yola çıktıklarında hangisinin aşağı hareketli, hangisinin yukarı hareketli olduğu belirlidir. Bu durumda bilgiyi yanlarında taşıyor olacaklarından ne kadar uzağa gittiklerin bir önemi yoktur. Parçacıkların baştan sahip olabilecekleri bilginin sınırları Bell Teoreminde incelenmiştir. Bell Teoremi hareket ölçümleri önceden belirlenmiş bir yönde değil de, iki parçacık için gelişigüzel açılarda seçilmiş açılarda yapıldığında ne olacağını ele alır. Kuantum kuramı, iki parçacık arasında, hareketleri önceden bilmeden de bir tamamlayıcılık - korelasyon olacağını öngörür. Paris'te,1982'de Alain Aspect'in yaptığı deneyler de kuantum kuramının öngörüsünü doğrulamıştır. Burada yanlış anlaşılan şey, bir parçacığın hareketini gerçekten ölçtüğünüz üzerine olan bilgidir. Gerçekten bir parçacığın o noktadaki hareketini ölçtüyseniz, ötekini de öngörebilirsiniz. Ama bunu yapamazsınız. Kuantum durumlarının süperpozisyonuna ilişkin bir sonuç üzerinde hiçbir denetiminiz yoktur. Sonuç bütünüyle rastlantısaldır ve bu sonucu hiç bir sinyal zorla yüklenemez.

Şimdi Bell Eşitsizliği'nin nasıl çıkarıldığının bir örneğini görelim. Birbirine tam karşıt doğrultuda hareket eden zıt hareketli iki parçacık düşünelim. Sola doğru hareket edenin hareket durumunu E-ölçeri, sağa doğru hareket edeninkini de P-ölçeri gözlüyor olsun. Her ölçerde üç yön seçelim. E-ölçerindeki yönler A,B,C ve P-ölçerindeki yönler de A',B' ve C' olsun. Bu yönlerin bulunduğu düzlemler birbirine paralel ve yönler arasındaki açılar aynı 120 derece olsun. Buna göre A ve A' yönleri ve öteki yönler birbirine paralel durumda. Ölçerler öyle ayarlı ki A ile A' zıt sonuçlar kaydediyor. A yukarı hareket ya da (+) kaydediyorsa A' kesinlikle aşağı hareket ya da (-) kaydediyor. B ve B'; C ve C' için de benzer durum geçerli. Her iki doğrultuda zıt sonuçlu yanıtlar kümesi - sekiz olasılık- şöyle olabilir:
E-ölçeri(A,B,C)


+ + +
+ + -
+ - -
- + -
- - +
+ - +
- + +
- - -


P-ölçeri(A',B',C')
- - -
- - +
- + +
+ -+
+ + -
- + -
+ - -
+ + +

Aynı anda yapılan ölçümlerde A+ ile A'+ elde edemeyiz; ancak A+ ve A' - ya da A- ve A'+ elde edebiliriz. Benzer şekilde A- ve B' - elde edemeyiz;ancak A- ve B' +(ya da A+,B'-) ölçebiliriz.
Kaynak:Bilcom



Sonuç
Kuantum kuramı, en ciddi rakibini yenmiş durumda. İçerdiği bir çok kavramı, üstüste gelme ya da yerelliğe aykırı telepati gibi, anlamakta zorlanabiliriz. Ama bunlarla beraber yaşamak zorundayız. Gizli değişken kuramları hala bir alternatif olmayı
sürdürüyorlar ama deneylerin gösterdiği gibi bunların kullanılan kuram üzerine büyük bir üstünlükleri kalmadı. Zira her ikisi de kuantumtelepatisi düşüncesini destekliyorlar. Teknolojik uygulama olarak dolanık parçacıklar önemli bir işlev üstlenebilirler. Eğer uzakta olan bir arkadaşınıza herkesten gizli olarak rastgele sayılar iletmek istiyorsanız, ikinizin birden dolanık iki parçacık üzerinde aynı ölçümü yapmanız yeterli.

Bu problem uzun zamandan beri şifreleme sistemleri kullananları meşgul etmişti. Sağlam bir şifreleme
sistemi kullanıyorsunuz ama bir şekilde bu şifreyi oluşturmak ve açmak için kullandığınız anahtarın düşmanın eline geçmiş olabileceğinden şüpheleniyorsunuz. Eskiden bu problemi çözmek için, güvendiğiniz bir adamı yeni bir anahtar ile haberleştiğiniz yere göndermeniz gerekiyordu. 1970’lerde bu sorun bazı matematiksel problemlerin çözümünün zor olduğu varsayımından hareketle çözüldü. Ancak, bilgisayar teknolojisindeki hızlı değişim, böylece önceleri uzun zaman alan problem çözümlerinin yeni teknolojiyle daha çabuk yapılabilmesi, bu yöntemlerin beklendiği gibi güvenilir olamıyabileceği
anlamına geliyor. Kuantum telepatisi bu probleme kesin cevabı
bulmuş gibi görünüyor.

Sadi Turgut
Kaynaklar
Bell, J.S. Speakable and Unspeakable in Quantum Mechanics, Cambridge
University Press, 1987


Akoğlu, A. "Kuantum İnternet", Bilim ve Teknik, Ağustos 2000